Okulların öğrenim malzemesi olarak biriktirmeye başladığı nesnelerin koleksiyona dönüşmesiyle ortaya çıkan okul müzeleri, zamanla okulun ve çevresinin eğitim sisteminin içinde izlenebildiği kurumları oluşturur.
Etkileşimli öğrenmede de okul müzeleri önemli birer araçtır. Avrupa tarihinde 19. yüzyıldan itibaren okul müzeleriyle karşılaşmak mümkün.
Okul müzesi kavramından, ilk ve orta dereceleri okullara bağlı eğitim materyalleri ile donatılmış tamamen eğitsel amaçlarla kurulmuş müzeler anlaşılmalıdır.
Buradaki materyaller, bir dersin uygulamasında kullanılabilecek her türlü materyal ile sanat tarihi, arkeoloji, etnografya veya doğa bilimlerine ait numuneler ya da bir koleksiyon parçaları olabilir.
Okul çevresi, okul müzesindeki fotoğraflar, araç ve gereçler, tarihi eserler, taş ve mineraller, kayaçlar, bitkiler, tarım ürünleri, böcek ve çiçek koleksiyonları, gelenek ve göreneklere ilişkin materyaller ve benzeri ile bölgeyi temsil eder.
Türkiye’de kurulan ilk okul müzesi, Galatasaray Lisesi’ndeki Tarih-i Tabiiye Müzesi’dir. Müzenin ilk materyalini ise Sultan Abdülaziz’in Fransa ziyareti sırasında kendisine hediye edilen içi doldurulmuş bir mamut oluşturur. İkinci okul müzesi ise St. Joseph Lisesi’nin 1910’da kurulan Zooloji Müzesi’dir. Bu müzede 1960’a kadar biriktirilmiş böcek ve taş koleksiyonları mevcuttur.
Okul müzeciliği, Türkiye'de zamanla gelişip yaygınlaşsa da henüz istenilen düzeyde değildir. 1926’da 2287 sayılı kanunla ilk okul müzesi resmen kurulmuştur. Bir “Maarif Vekaleti Okul Müzesi Rehberi” yayınlanmıştır. 1927’de İsmail Hakkı Tonguç, Ders Aletleri Müzesi Müdürlüğü’ne atanmıştır. Daha sonraları Tonguç yazdığı makalelerde okul müzeleri konusuna çokça dikkat çekerek isimlerinin ‘pedagoji müzeleri’, ‘mektep müzeleri’, ‘tedrisat müzeleri’ olabileceğini vurgulamıştır.
Tonguç, okul müzesinin çocukların öğrenme sürecinde güçlü bir etkisi olacağını ve bunun ciddi bir eğitim ortamı olarak kabul edileceğini ifade etmiştir.
Şimdi bu konu ile ilgili Ceyhun Atuf Kansu’ya kulak verelim:
“1925 yıllarında ailemize biri girdi. Samanpazarı’ndaki eski Ankara evinin sofasında yanık köylü yüzü, iri yarı yapısı ve insancıl bakışlarıyla bir köylü silüeti belirdi. Bu bir Tunaboyu köylüsü, Silistreli bir aydındı. Cumhuriyet Ankara’sında görev almaya gelmişti. Resim öğretmeni İsmail Hakkı idi.
Sofa'da tanıdığım bu köylü aydından, o günlere değin renk renk plastikler, çamurlar kalmıştır. Bana kırmızı, mavi, yeşil plastikler getirir, ellerim ve parmaklarımla yumuşak ve uysal çamuru yoğurmayı ve kuşlar, ördekler, çocuklar yapmayı öğretirdi. Bu Türk toplumu ve Türk eğitimi için yepyeni bir şeydi. Ellerimizi kullanacaktık. Dünyada her güzel şeyde ellerin kutsal payı vardı. El işi yeni bir uygarlığın özü idi.
Engin’in doğduğu Suluhan yakınlarındaki evi ve resim-el işleri öğretmeni İsmail Hakkı’nın eski Milli Eğitim Bakanlığı’nın alt katındaki okul müzesini anımsıyorum. Bu müze doldurulmuş kuşlar, doğaya bağlı resimler, bir takım ders ve öğretim araçları ile doluydu. Ellerimle birlikte, bu köylü yüzü ve o insancıl, sıcak gözler burada okul müzesinde kafamı da yoğurmaya başlamıştır. O, her soruya tatlı tatlı öykülerle, örneklerle karşılık veren bir eğitmen, bir çocuk dostu idi. Benim doğa sevgim orada, okul müzesinde başlıyordu."